19 Aralık 2011 Pazartesi

Bodrum'a gidilir!





’Yokuş başına geldiğinde Bodrum'u göreceksin.
Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin!
Senden öncekiler de böyleydiler,
Akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler...’’
Bodrum...
Girişinde gözbebeklerinde seçemeyeceğin kadar bir sürü beyaz renk-nokta nokta... Denizin dağa dokunamadığı bâkir taraflarında öyle bir güneş tâcizi var ki; sanırsın gök sarı, yeryüzü Cennet... 

Bodrum...
Kiminin denizi enfes, kiminin balık restoranları hârika, kiminin gece hayatı canlı...
Biz Bodrum’a girdiğimizde ‘hapishaneden ‘ açıldı konu. Bodrum’da mahkûm olmanın eziyetini düşündük.



Üç bir yanımız deryâ deniz... Tekneler bağlandıkları yerden kolay kolay kıpırdamıyor. Sâhipleri de kıç güvertesinde ya tavla oynuyor ya mangal yapıyor. Dünya üzerindeki hiçbir ülkenin zengini, üzerinde mangal yapmak veya tavla oynamak için böyle pahalı bir yatırım yapmaz. Yapmamalı ama değil mi? :)



O tekneler yaz boyu öylece dururmuş. ‘
Sokak adlarına bile dikkat etmedim; o kadar kaptırmışım ki kendimi denize, kuma, bol YUNUSLU kahvaltıya... Çayımı yudumlarken gemideki serenlere daldım gittim. Takımyıldızı gibi adeta. Öyle içli duruyorlar ki; bak bak bitmez halatlarına...
Bodrum içerisinde yer alan ve neredeyse yarımadanın tamamının en popüler gece kulüpleri Vittoria, Fink, Küba, Marine Yacht Club, Çakra ve Helva’ymış. Doğru ama benim favori listeme eklendi Helva. Şimdi boş terkedilmiş işletmeler olarak dursa da hepsi, yazın onları tahmin bile edemiyorum. Bunları konuşurken Bodrum’un öteki yüzünü görmek istemezsin dedi bir arkadaş... "İstemez" dedim; bir tek yağmur yağsın...
Yağmur başladığında sis bastırdı fakat yelkenliler hârikaydı; öyle ki, hemen kalem kâğıdı çıkardım ben; ayaklarımız kumsalda; arkamızda bembeyaz evler; balık kokusu; önümüzde bira; yazmaya koyuldum; ben yazarken güneş batmış farkında değilim. O sırada Turan Özdemir’i buldum masamda. Elleri, gözlerini aratmayacak şekilde kırış kırış...Konuştuk, sohbet ettik. Ona yazdığım yazıyı hediye ettim. Gülümsedi.  Ancak yaklaşık iki saat sonra gelen bir telefon: "Arkadaşınız ne yazmış, ben tam anlayamadım ama hani..?" vs. derken arkadaşım toparlıyor durumu; "O yazar... İçinden bu da size kısmetmiş". Halbuki; yazdım... Bodrum’da  yapayalnız bir adam yazdım... Elleri gözlerini aratmayacak şekilde kırış kırış olan...
Sonraki durak; akın akın edilen çarşılar, daracık sokaklar, Ruslar...
Fakat nasıl bir şans ki; bu mevsimde Ruslar bile eve kapanmış.
Sokaklar bomboş... Bodrum...
Palmiyeler...
Dilimize dolanan şarkılar...
Elimizde fotoğraf  makinası. Ve en güzeli de Bodrum Kalesi...
Surlar... Deniz... Yükseklik...
Sesi kötü adama bile şarkı söylettirir; "Âşık olmam kardeşim!" diyeni de Leylâ'sı ölmüş Mecnûn yapar.
Bodrum!
Limon ağaçları, oradan oraya uçan martılar...
Bodrum...
İnsanın martı olası gelir...
Uçası gelir; bir başından bir başına...
Sonra değirmenlerde durası gelir...
Biz gidemedik. Yani uzaktan baktık; gidersek  alamazlardı beni oradan zaten...
Öyle ıslandık ki; herhangi bir kıraathaneye attık çantaları...
Yoldan geçenleri seyrettik; kumsal boyu karşımıza çıkan kum tanelerine imgeler etiketledik.
Başı bozuk kedilerini bile sevdik...
‘Bodrum un göbeğinde akrep yelkovanı yakalamaya çalışa dursun biz çoktan zamandan
soyutlanmış; birer balıktık
rakı şişesinde..’
O kadar çok şey yazasım vardı ki... Özellikle tarihi hakkında öğrendiklerimi satır satır not aldım belleğime; kayrak taşları içinde yüzyıllardır sıkışıp kalan bitki fosillerini bile yazacaktım ama dokunduğum ân kayboldu sanki tüm iletmek istediklerim...
O yüzden; gidip görmek, yaşamak lazım Bodrum’u...

Bodrum en çok kaçak yolcuları ve bir de turistleri seviyor...
Kaçın gidin.





‘’Ne güzeldi...
Şimdi dilimizden; damağımıza
Ve sonra genzimize,
Ve sonra boğazımıza doğru
Yol alan
Bu mükemmel ve tek üretimlik
Şarabın
Tadı
Mayalandıkça
Daha da sarhoş edecek bizi.’’



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder